İlkel İnsan


İlkel insanlarla ilk karşılaştığımızda veya bilimsel çalışmalardan ilkel zihniyet hakkında bir şeyler okuduğumuzda arkaik insanın tuhaflığından etkilenmeden duramayız. İlkel toplumların psikolojisi konusunda bir otorite olan Lévy-Brühl zihnin "mantık öncesi” düzeyi ile bizim bilinçli görüntümüz arasındaki çarpıcı farklılıkları vurgulamaktan hiçbir zaman yorulmamıştır. İlkel insanın deneyimlerin bariz derslerini göz ardı etmesini, en aşikar neden-sonuç ilişkilerini reddetmesini ve olayların rastlantısallığını kabullenmek veya onları mantıklı bir şekilde açıklamaya çalışmak yerine onların “kolektif simgeselliğini" bir çırpıda geçerli saymak eğilimini, kendisi uygar bir insan olarak, açıklanması mümkün olmayan bir şey olarak düşünmüştür. Lévy-Brühl “Kolektif simgesellikle doğruluğu aşikar kabul edilen, yaygın biçimde geçerli düşünceleri, örneğin ruhlar, cinler, büyü, büyüsel malzemelerin gücü gibi konuları içeren ilkel düşünceleri kastetmektedir. Bizim için insanların yaşlılık veya ölümcül bir hastalık nedeniyle ölmesi gayet mantıklı görünürken, ilkel insan için durum farklıdır. O, yaşlı bir insan öldüğünde, ölümün yaşlılık sonucu olduğuna inanmaz. Daha uzun yaşayan insanların bulunduğunu söyler. Benzer şekilde, hiç kimse bir hastalık sonucu ölemez, çünkü aynı hastalıktan iyileşen veya o hastalığa hiç yakalanmayan insanlar vardır. Ona göre asıl neden her zaman büyüdür. İnsanı ya bir ruh öldürür ya da büyü. Çoğu ilkel kabile ancak savaş esnasında ölümü doğal bir ölüm olarak kabul eder. Ancak savaşta ölümü bile doğal görmeyen kabileler vardır, onlara göre ölümü getiren düşman ya bir büyücüdür ya da kullandığı silah büyülüdür. Bu garip düşünce zaman zaman daha çarpıcı bir biçime bürünür. Örneğin bir Avrupalı tarafından öldürülen bir timsahın karnında iki tane halhal bulunmuştu. Yerliler bu iki halhalın bir süre önce bir timsah tarafından yutulan iki kadına ait olduklarını söylediler. Anında bir büyü söylentisi yayıldı; çünkü bir Avrupalıyı hiç kuşkulandırmayacak kadar doğal olan bu olay, Lévy-Brühlun “kolektif simgesellik” dediği varsayımlardan birinin ışığında, öngörülemez bir açıklamaya bürünmüştü. Yerliler belirsiz bir büyücünün timsahı büyülediğini ve ona iki kadını getirmesini emrettiğini söylediler. Timsah da emri yerine getirmişti. Peki, hayvanın karnındaki halhalları nasıl açıklıyorlardı? Yerliler bir timsahın emir almadıkça insanları yemediğini belirttiler. Timsah halhalları büyücüden ödül olarak almıştı. Bu hikaye zihnin “mantık öncesi” düzeyinin özelliklerini gösteren mükemmel bir örnektir. Buna “mantık öncesi” diyoruz, çünkü böyle bir açıklama bize bütünüyle mantıksız görünüyor. Ama bunu bu kadar çarpıcı kabul etmemizin nedeni ilkel insanın varsayımlarından tamamıyla farklı varsayımlardan yola çıkmamızdır. Eğer biz de, doğal nedenler olarak bilinen şeyler yerine, büyücülerin ve gizemli güçlerin varlığına onun kadar inansaydık, onun açıklamaları bize de son derece mantıklı gelecekti. Aslında, ilkel insan bizden daha mantıklı veya daha mantıksız değildir. Onun varsayımları bizimkilerden farklıdır ve onu bizden farklı kılan da bu özelliğidir. Düşünceleri ve davranışları bizimkilerden değişik temeller üzerine oturur. Olağanın dışındaki her şey onu huzursuz eder, korkutur ve o bunu bizim doğaüstü dediğimiz şeylerle bağlantılandırır. O bunları elbette doğaüstü olarak görmemektedir; aksine, bunlar onun deneyim dünyasına aittirler. Biz “bu ev yıldırım çarptığı için yandı” dediğimizde, bir doğal olaylar zincirini ifade ettiğimizi düşünürüz. İlkel insan da “büyücü bu evi yakmak için yıldırımı kullandı” dediğinde, benzer bir duygu içinde, doğal bir zinciri izlediğini düşünmektedir. Bütünüyle tuhaf ve olağandışı olmadıkça, ilkel insanın yaşamında benzer temellere oturt ulamayacak hiçbir şey yoktur. Olayları kendi tarzında açıklarken bize çok benzer; varsayımlarını sorgulamaz. Nasıl ki onun için hastalığın ruhlar veya büyüler kanalıyla gelmesi şaşmaz bir doğruysa, bizim için de hastalığın doğal nedenlerinin olması uzun zaman önce kararlaştırılmıştır. Biz nasıl bunu büyüye bağlayamazsak, o da doğal nedenlere bağlayamaz. Zihinsel aktivitesi bizimkinden farklı değildir. Daha önce dediğim gibi, onu bizden farklı kılan sadece varsayımlarıdır.

C. G. Jung - Keşfedilmemiş Benlik

İki Oda Bir Hayat, Bin Umut

Yağmurun ardından gelen o tarifsiz sessizlik, sanki dünyanın yeniden nefes alışını müjdeliyordu. Küçük Elif, alnını soğuk camına yaslamış, dışarıdaki manzarayı derin bir iç çekerek seyrediyordu. Gökyüzünün o koyu, kasvetli griliği yavaş yavaş dağılıyor, yerini umut vadeden açık tonlara bırakıyordu. Güneşin ilk, nazlı ışınları, şehrin yorgun binalarının üzerinden süzülerek onların mütevazı evlerinin önündeki minik bahçeye düşüyordu.

Dedesinin, o buruşuk elleriyle toprağı sevgiyle yoğurarak diktiği bir ayçiçeği, diğerlerinin aksine henüz boynunu bükmüştü. Yanındaki iri yapraklı kardeşleri ise çoktan güneşe dönmüş, parlak sarı taç yapraklarını gökyüzüne doğru gururla açmışlardı. Elif’in gözleri o bükük boyunlu çiçeğe takıldı. Sanki o da kendi içindeki karanlıkla mücadele ediyordu.

İçten bir of çekti Elif. Tıpkı o henüz güneşe dönmemiş ayçiçeği gibi hissediyordu kendini. O da bilgiye, aydınlığa, hayallerine ulaşmak için can atıyordu. Dokuzuncu sınıfın heyecanıyla başladığı bu eğitim yolculuğunda, evin içindeki bitmek bilmeyen kalabalık, beş kardeşin yarattığı o sürekli uğultu, anne ve babasının yüzlerindeki geçim sıkıntısının derin çizgileri bazen onun tüm enerjisini emiyordu. Ders kitaplarının sayfaları bulanıklaşıyor, zihni toparlanmakta güçlük çekiyordu.

O an, dedesinin akşam yemeklerinde, loş lambanın altında anlattığı eski bir hikaye zihninde canlandı. Kurak, çatlaklarla dolu bir toprağın bağrına düşen minik, savunmasız bir tohumun öyküsüydü bu. Tohum, etrafındaki sert kabuğa, susuzluğa, kavurucu sıcağa rağmen yılmadan, inatla kök salmaya çalışmıştı. Toprağın derinliklerine tutunmuş, minik filizlerini çatlatarak karanlıktan aydınlığa, güneşe doğru uzanmıştı. Dedesinin o bilge sesi hala kulaklarında çınlıyordu: “Her zorluğun içinde bir umut vardır Elif’im. Yeter ki sen o umudu yeşertmeyi bil.”

O gün, Elif her zamankinden farklı bir gözle baktı bahçedeki bükük boyunlu ayçiçeğine. Belki de o da henüz güneşe dönmek için kendi mucizevi anını bekliyordu. Belki de biraz daha sabır, biraz daha inanç, en önemlisi de biraz daha gayret gerekiyordu. Tıpkı dedesinin hikayesindeki o minik tohum gibi.

Elif yavaşça kalktı ve evin en sessiz köşesi olan, pencerenin kenarındaki küçük, ahşap masasına doğru yürüdü. Üzerinde açılmayı bekleyen ders kitapları duruyordu. Kardeşlerinin neşeyle karışık gürültüleri, annesinin mutfaktaki telaşlı hareketlerinin sesleri, babasının günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışırkenki derin nefesleri yine evin her yanına yayılıyordu. Ama bu sefer Elif, dikkatini bu seslerin ötesine, kendi içindeki o minik umut tohumuna çevirmeye çalıştı.

Gözlerini kapadı. Zihninde o kurak topraklardaki minik tohumu canlandırdı. O da tıpkı o tohum gibiydi. Etrafındaki tüm olumsuzluklara rağmen, kendi içindeki o direnci, o öğrenme arzusunu yeşertmek zorundaydı. Belki şartlar ağırdı, belki her şey onun aleyhine gibi görünüyordu ama imkansız değildi. Yeter ki o, dedesinin öğrettiği o sihirli kelimeyi, içindeki "gayret" tohumunu sulamaya, büyütmeye devam etsin.

Kitabını açtı. Matematik problemlerinin karmaşık denklemleri ilk başta gözünü korkuttu. Ama sonra o tohumun toprağı nasıl sabırla kazıdığını hatırladı. Derin bir nefes aldı ve ilk problemi çözmeye odaklandı. Kardeşlerinin kahkahaları, televizyonun sesi zaman zaman dikkatini dağıtsa da, o inatla satırların üzerinde gezindi. Her doğru cevap, içindeki umut tohumunun biraz daha filizlenmesini sağlıyordu sanki.

Akşam yemeği için sofraya çağrıldığında, alnında birkaç damla ter birikmişti. Ama yüzünde hafif bir tebessüm vardı. O gün, birkaç yeni şey öğrenmişti. Belki dünya değişmemişti, belki hala aynı küçük evde, aynı kalabalıkla yaşıyorlardı ama Elif değişmişti. İçindeki umut tohumu biraz daha büyümüş, kökleri biraz daha derinlere inmişti.

Yemekte ailesinin yorgun ama sevgi dolu yüzlerini izledi. Onların da kendi mücadeleleri vardı. Annesi ve babası, beş çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek için gece gündüz çalışıyorlardı. Kardeşleri, kendi küçük dünyalarında neşeyle koşturuyorlardı. Belki de her birinin içinde farklı zorluklarla mücadele eden minik umut tohumları vardı.

Yemekten sonra bulaşıkları yıkarken, dedesi yanına geldi. Yaşlı adamın gözlerindeki o bilge parıltı Elif’e her zaman güven veriyordu. Dedesinin elini tuttu. "Dede," dedi usulca, "bahçedeki bükük boyunlu ayçiçeği hala güneşe dönmedi."

Dedesi gülümsedi. "Elif’im," dedi, sesi sakin ve huzurluydu, "her çiçek farklı zamanlarda açar. Bazıları erken, bazıları geç. Ama er ya da geç, hepsi güneşe döner. Önemli olan, o güne kadar yeşermeye devam etmektir."

O gece, yatağına uzandığında, dedesinin sözleri zihninde yankılanıyordu. Kendi hayatı da o bükük boyunlu ayçiçeği gibiydi belki. Şu an zorluklarla çevriliydi ama içinde, o minik umut tohumu büyümeye devam ediyordu. Ve o tohum, bir gün mutlaka filizlenecek, güneşe doğru uzanacaktı. O güne kadar Elif’in yapması gereken tek şey vardı: gayret etmek, sabırlı olmak ve o umut tohumunu sevgiyle, bilgiyle beslemek. Çünkü biliyordu ki, en karanlık topraklarda bile bir umut tohumu yeşerebilir ve en zorlu şartlarda bile bir çiçek güneşe dönebilir. Yeter ki, "gayret" etmeyi asla bırakmasın.

Popüler Yayınlar